Dêrqam Katliamı hafızalardaki yerini koruyor
Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Dêrqam köyünde, 90 yıl önce aralarında çocukların da olduğu 10 köylü kurşuna dizilerek katledilirken katliamda hayatlarını kaybedenlerin yakınları o gün yaşanan vahşeti anlattılar.
Şeyh Said ve 46 dava arkadaşının 29 Haziran 1925'te Şark İstiklal Mahkemeleri tarafından asılarak şehit edilmesinin ardından, Diyarbakır’ın Lice, Kulp, Hazro ve Silvan ilçelerinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından, "Biçar Tenkil Harekatı" ile 3 aşamadan başlatılan operasyonlarda 2 binden fazla insan katledilmiş ve 300’e yakın köy yakılmıştı.
Harekâtın üzerinden 90 yıl geçmesine rağmen, bölgede meydana getirdiği acı tahribat hâlâ hafızalardaki yerini koruyor.
7 Ekim’de başlayıp 17 Kasım 1927 tarihine kadar devam eden operasyonlarda Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Dêrqam (Duru) köyündez de aralarında çocuklarında olduğu 10 köylü kurşuna dizilerek katledilmişti.
Tarihin bilinmeyen sayfalarında acı bir katliam olarak kayda geçen katliamda, Tayyip Maçin (Mela Tayyib), Mehmet Ali Dağhan (Huseyinê Mehmed Elî), Hüseyin Menteş (Huseyinê Keyî NacaXece), İbrahim Dağhan (Îbrahîmê Huseyinê Keyî Hecî Eliyan), Hüseyin Dağ (Huseyinê Keyî NacaXece), Hasan Demiray (Hesenê Keyî Topalî), Ahmet Şarda (Ehmedê Şarda), Muhammed Babur (Mehemedê Sofiye Keyî Besan), Hasan Belenay (Hesen Çawuş) ile çocukları Muhammed ve Abdullah kurşuna dizilerek hayatlarını kaybetti.
Katliamda babasını kaybeden Hasan Demiray’ın (Hesenê Keyî Topalî) oğlu Hamit Demiray (90), köylerinde yaşanan katliamı İLKHA’ya anlattı.
Babası katledildiğinde 6 aylık bebek olduğunu ifade eden Demiray, kendisini dayısının büyüttüğünü belirtti.
Dedesinin kurt saldırısında sakatlanması nedeniyle kendilerine "Topal Ailesi" dendiğini aktaran Demiray, “Babam katledildiğinde ben 6 aylık bebektim. O zaman 2 kardeştik, annem daha sonra evlendi, biz yetim büyüdük. Ben ne babamı ne de annemi görmedim. Dayılarım ve ninemi gördüm. Dayılarım bizi büyüttü. Babam köyümüzün muhtar azasıydı. Ali Barut isminde bir yüzbaşı vardı, na…suz babamı çok sevmesine rağmen katledenler arasındaydı.” dedi.
"Cuma günü sizi öldürecekler, içim yanıyor ama elimden bir şey gelmiyor"
Yaşananları dayısından kendisine aktarıldığı kadar anlatan Demiray, “Akşam köye girişlerin serbest çıkışların yasak olduğu kâğıdı bekçiyle köye gönderdiler. Köye girişlerin serbest, çıkışların yasak olduğunu söylemişler ve herkesin hayvanlarını alarak karakola gelmelerini istemişler. Benim imam bir dayım vardı, o zaman 15-16 yaşındaydı. Bu yaşanılanları o bana anlattı. Bu yasaktan 3-4 gün önce bir asker köye gelmişti. Dayım da tarlada bağbozumu yapıyormuş. Dayım o askeri kurdukları sofraya davet etmiş. Dayım ısrarla askerin gelip bir şeyler atıştırmasını ister ama asker gelmez. Sonunda asker bir şey söyleyeceğini ve kimseye söylememesi şartıyla söyleyeceğini belirtiyor. Bunun üzerine dayım kimseye söylemeyeceğine dair askere söz vermiş. Asker, 'cuma günü sizi öldürecekler, içim size yanıyor ama elimden bir şey gelmiyor' demiş. Demek ki asker Kürt’müş ve bizi seven biriymiş. Askerin böyle söylemesi üzerine dayım koyunlarını ‘zaten gidecek’ diyerek kesip dağıtmış. O zaman dayıma ‘delirmiş’ diyorlardı.” ifadelerini kullandı.
Dayısının köylülere askerlerin kendilerini öldüreceklerini söylediğini ama köylülerin buna inanmadığını söyleyen Demiray, “Dayım gece yatmadığından sabah erkenden çift sürmede kullandığı boyunduruğu alarak köyden çıkmış. Yolda asker kendisine nereye gittiğini sormuş o da Diyarbakır’a boyunduruğu tamir etmeye gittiğini söylemiş. Dayım bu şekilde katliamdan kurtulmuş.” şeklinde konuştu.
“Eğer annemin dayısı olmasaydı o köylülerin hepsini öldüreceklerdi”
Katliamda 2'si köy dışında olmak üzere 10 kişinin öldürüldüğünü belirten Demiray katliamı şu sözlerle anlatmaya devam etti:
“Asker köyün erkeklerini ellerini bağlıyor. Bu sırada Türkçe bilen annemin dayısı, (Hasan Belenay-Hesen Çawuş) vardı. Kendisi çok iyi Türkçe biliyordu. Bu annemin dayısı köylülerin ellerini bağlanması üzerine komutanın yanına giderek bu ormanlık alanda bunları neden bağladığını soruyor. Bunun üzerine komutan annemin dayısına bir tokat atıp, hakaret ederek gönderiyor. Ardından bu annemin dayısı elleri bağlanan köylülerin yanına gelerek hemen yanı başlarında olan makineli silahı göstererek öldürüleceklerini söylüyor. Her şekilde öldürüleceklerini, ellerindeki bağı kopararak kaçmalarını istiyor. Aksi halde makineli silahın kimseyi sıyırmayacağını kaçmaları halinde aralarında sağ kurtulanların olabileceğini belirtti. Bu annemin dayısı kendisi kaçıyor. Bunun üzerine elleri bağlanmayanlar da kaçıyor. Elleri bağlı olanlar ise iplerini kopardı, babam ve birkaç kişiye bıçak ulaşmadan onları öldürdüler. Öldürülenler 8 kişiydi burada. Annemin dayısı kaçıp dağların üzerinden köye geliyor onu da orada asker öldürüyor. Bu olaylarda bir de yaralı biri vardı onu da öldürüyorlar. Eğer annemin dayısı olmasaydı o köylülerin hepsini öldüreceklerdi.”
“Ninem köye geldiğinde köy namına bir şeyin kalmadığını görüyor”
Katliamdan sonra yaşananları da ninesinin kendisine aktardıklarını anlatan Demiray, “Köyümüzde kadın ve çocukları öldürmediler. Ninem bana bazı şeyler anlatmıştı, onları size anlatayım. Kadın ve çocukları asker bir eve getirerek orada yakmak istemiş. Kadın ve çocukların ağlamasından dolayı yakmaktan vazgeçen asker onları gözaltına alıyor. Asker, kadın ve çocukları yaya olarak Diyarbakır’a getiriyor. Diyarbakır’da Sur ilçesinde bulunan 4 ayaklı minarenin yanında bir kilise var, kadın ve çocukları orada bir ay tutuyorlar. Kadın ve çocukları bir ay sonra Xana Axpar(Çınar) ilçesine mahkemeye getiriyorlar, mahkeme de onları serbest bırakıyor. Mevsim kış olduğundan kadın ve çocuklar sokakta kalmışlar. Bu kadınların arasında benim ninem de vardı. Herkes bir yakınının yanına gitmiş, ninem ise gidecek bir yeri olmadığından sokakta kalmış. Ninem Xana Axpar’dan bir köye (Kazıktepe) saatlerce yürüyerek geliyor. Burada bir aile ninemi misafir ediyor. Ninem kış mevsimini burada geçiriyor. Ardından köye geliyor. Ninem köye geldiğinde köy namına bir şeyin kalmadığını görüyor.” diye konuştu.
Katliamdan sonraki uygulamaları da aktaran Demiray, Kur’an-ı Kerimlerin saklandığını, insan ve hayvan başına vergi alındığı, tarlada yapılan hasadın büyük bir kısmının vergi olarak verildiğini belirtti.
“Kur’an’ın saklandığı dönemi hatırlıyorum”
Devletin baskı ve zulümleri sonucunda Kur'an-ı Kerimlerin saklandığı ve gizliden okunduğu dönemi anlatan Demiray, “Ben 9 yaşındaydım dayım okuduğu Kur’an-ı Kerim’i saklardı. Dayım aynı zamanda imamdı. Bir gün dayım bir çarşafa bir şey sararak gitme hazırlığı yaptı. Ben onun ününe geçerek ‘Dayı nereye gidiyorsun, bu nedir?’ diye sordum, o da bana ‘Bu Kur’an’dır, ben onu Kıyame’ye götürüyorum’ dedi. Kıyame köyümüzün arkasındaki yerdi. Ona neden götürdüğünü sordum bana Kur’an’ı yaktıklarını söyledi. Ben Kur’an’ın yakıldığını görmedim ama Kur’an’ın saklandığı dönemi hatırlıyorum.” şeklinde konuştu.
“Eşek başına dahi vergi alıyordular”
İnsan ve hayvan başına vergi alındığını dile getiren Demiray, “O zaman insan ve hayvan başına vergi alırlardı. Eşek başına dahi vergi alıyordular. Biz de fakirdik vergi veremiyorduk, kaçak hayvancılık yapıyorduk. Yakalandığımızda da daha fazla para veriyorduk. Buğday ekerdik, döverdik, savururduk, o zaman biçerdöver falan yoktu, her şeyi insan gücüyle yapıyorduk. Memurlar vardı gelirlerdi, elde ettiğimiz hasadın bir kısmını değnekle işaret koyarak kendilerine ait olduğunu söylerlerdi. Eğer o işaret bozulsaydı ceza yerdin. Gelip deselerdi ki ‘Bu kadar getirip teslim edeceksin’ biz de götürüp Lice’de onlara teslim ederdik.” ifadelerini kullandı.
“Ezan Türkçe okunurdu, başımıza taktığımız takkeyi askerler alır yırtıp atardılar”
Türkçe ezan zulmüne şahit olduğunu söyleyen Demiray, “Ezanın Türkçe okunduğu dönem aklıma geliyor. Bizim köyde imam yoktu, ezan okunmazdı. Hani ya da Lice’ye gittiğimizde ses gelirdi bize ‘Tanrı uludur, tanrı uludur’ diye. Başımıza taktığımız takkeyi askerler alır yırtıp atardılar. Benim takkemi defalarca yırttılar. Küçük bıçak bile yanımızda gezdiremiyorduk.” şeklinde konuştu.
Ezanın yanında hutbelerinde Türkçe verilmesinin zorunlu olduğunu söyleyen Demiray, “Bizim Molla Nuri adında akrabamız vardı. Kendisi vaizdi ve çok başarılı biriydi. Hutbelerinde bir kelimeyi üç defa tekrarlardı; hem Türkçe, hem Kürtçe hem Zaza’ca. Bunu herkesin anlaması için yapıyordu. Kürtçe ve Zaza’ca hutbe verdiği için onu Diyanet’e şikâyet ettiler. Diyanet Reisi onu Ankara’ya çağırmıştı. Ona neden Kürtçe hutbe verdiğini sormuşlardı. O da konuşmak için müsaade isteyerek şu ifadeleri kullandı: Hani’nin hepsi Zaza’dır, etrafındaki köylerin çoğu Kurmançtır, Türkçe’yi de sadece memurlar konuşuyor. Memur da Hani’de yüzde bir ya var ya da yok. Benim amacım vaaz verirken beni anlamalarıdır. İnsanlar beni anlamadıktan sonra vaaz versem ne yazar. Molla Nuri’ye daha sonra Hani ilçe müftüsü olmayı teklif ettiler ama o kabul etmedi. Mola Halil isminde bir imam vardı, Lice’de bir camide imamlık yapıyordu. Bizim köyümüzde Ashab-ı Kehf ziyareti var, oraya gelmişti. Bir baktık ki asker etrafımızı sardı. Molla Halil ilkin çıktı. Belinde her zaman hançeri vardı, askerler onu yakaladı. Askerler ona ‘Neyin davasını yapıyorsun?’ diye sordular. O da ‘Ben hak davasındayım, Lailaheillallah davası yapıyorum’ dedi. Bu şekilde baskılar vardı.” ifadelerini kullandı.
Askerlerin keyfi muamelelerine maruz kaldıklarını söyleyen Demiray, yaşadığı bir olayı şöyle aktardı:
“Ben ağaç keser satardım. Bir gün Hani’de çok ağaç kestim. Kestiğim odunları kamyona yükleyip Kocaköy’e geldik. Orada asker önümüzü kesti. Asker bizi arabadan indirdi. Asker, odunların kime ait olduğunu ve nereden aldığımı sordu. Ben de nereden aldığımı anlattım. Odunların bir kısmı yanmıştı. Asker, odunların neden yanık olduğunu sordu. Biz de odunları aldığımızda böyle olduğunu anlattık. Asker, yükü açmamızı istedi. Odunları yüklemekte çok zorlanmıştık ve yükü açmamız halinde tekrar yüklemek çok vakit alıyordu. Bu sırada işçilerimizden bir tanesi askere yükün fazla olduğunu ve açamayacaklarını, açmaları halinde hepsinin yere döküleceğini söyledi. Asker ‘Görebiliyorum niye bana söylüyorsun?’ diyerek bu işçimize vurdu. Beni vursaydılar bu kadar zoruma gitmezdi! Neyse yükü açtık, yan kapağı da açtırdı; yükün altında bir şey bulmadı. Tekrardan yükü yükleyip bağlamamız gerekiyordu. Yazdı çok sıcaktı, yükü tekrar yükledik ama bu sefer kapı kapanmıyordu. Bu sırada bir asker geldi. ‘Askeriye değil de başka bir yer olsaydı size bunu yapanı gebertecektim.’ dedi. Bu sırada başka asker arabada şalvarımın ipini gördü. Şalvarımın ipi kırmızı, yeşil ve sarı renklerinden oluşuyordu, yasak olduğunu bilmiyordum. Asker şalvarımı arabadan alıp komutana götürdü. Askerin, şalvarı komutana götürdüğünü gören bizimle konuşup komutanına hakaret eden asker o askere seslenerek ‘Komutana götürme topu topu bir iptir, komutan döver falan söyleme ona’ deyip şalvarı elinden aldı. Eğer o asker olmasaydı o ip için belki beni çok döveceklerdi.” (İLKHA)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.