Güzel Ahlâk Ve Kötü Ahlâk
Güzel Ahlâkın Ödülü” ve “Kötü Ahlâkın Cezası” ahlâk konusunda ele alınması gereken önemli başlıklardandır. Biz güzel ahlâkın faziletinin ne olduğuna dair yazılarımızın ilk bölümünde hadislerden esinlenerek kısa da olsa bazı malumatlar vermeye çalışmıştık. Orada bu faziletleri maddeler halinde zikrederek demiştik ki:
Güzel ahlâk insanları en çok cennete götürecek, en kısa yoldan onları cennete ulaştıracak bir ameldir/bir vasıftır.
Güzel ahlâk Kıyamet gününde mü’min kulun terazisinde en ağır basacak ameldir/ vasıftır.
Güzel ahlâk kula az amel işlese bile çok büyük ecir kazandıracak bir ameldir/bir vasıftır.
Güzel ahlâk kula cennetin en yüksek yerlerinde bir köşk verilmesine sebep olacak bir ameldir/bir vasıftır.
Ve yine güzel ahlâk Kıyamet gününde kulu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e en yakın komşu yapacak bir ameldir/bir vasıftır.
Bu sayılanlar, güzel ahlâka “direkt” olarak verileceği vaat edilen ödüllerdendir. Bunların bir de bazı ameller üzerinden “dolaylı olarak” güzel ahlâka vaat edilen ödülleri vardır. Yani ahlâkın bir aslı vardır, bir de fürusu dediğimiz yan konuları. Yan konularına mükâfat vaat etmek, dolaylı olarak onun aslına mükâfat vaat etmek olacağı için onların da ayrıca ele alınması gerekmektedir.
İşte burada öncelikle direkt değil ama dolaylı olarak ahlâka işaret eden Kur’ân’daki birkaç âyeti ele alacak, onlar üzerinden güzel ahlâkın ödülünün ne kadar büyük olduğunu vurgulamaya çalışacağız. Ardından ahlâkın faydalarına değinecek, sonrasında da kötü ahlâka ne gibi cezalar terettüp ettiğini beyan etmeye gayret edeceğiz.
Gayret bizden başarı Allah’tandır.
Dediğimiz gibi burada öncelikle güzel ahlâkı direkt değil dolaylı olarak ele alan ve verilecek ödülü güzel ahlâkın kendisine değil, ona taalluk eden konulara bağlayan birkaç ayeti ele almaya çalışacağız.
Rabbimiz subhânehu ve teâlâ buyurur ki:
وَالَّذِي جَاءَ بِالصِّدْقِ وَصَدَّقَ بِهِ أُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ لَهُمْ مَا يَشَاءُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ ذَلِكَ جَزَاءُ الْمُحْسِنِينَ
“(Allah’ın huzuruna) sıdk ile gelen ve onu doğrulayanlara gelince; işte onlar muttaki olanlardır. Rableri katında dileyecekleri her şey onlarındır. İşte bu, ihsanda bulunanların mükâfatıdır.
(39/Zümer Suresi Ayet 33, 34)
Dikkatle incelediğimizde bu ayetinde Rabbimiz’in sıdk ehli olanlara[1], yani her daim doğruyu konuşan ve kendisine ulaşan hakkı hiçbir tereddüde mahal vermeksizin hemen tasdik edenlere üç ödül verdiğini görürüz. Bu ödüllerden ikisi manevî iken, birisi maddîdir.
Öncelikle maddî olan ödülün ne olduğunu zikredelim: Sıdk ehli olanlara verilecek maddî ödül; âhirette Rableri katında dileyecekleri her şeyin kendilerine verilmesidir.
لَهُمْ مَا يَشَاءُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ
“Rableri katında dileyecekleri her şey onlarındır.”
Bunun içerisine Allah’ı görmek başta olmak üzere cennetin en iyi yiyeceklerine, içeceklerine, köşk ve saraylarına, hûri ve ğilmanlarına sahip olmak girer. Dünyada sadakat ehli olmalarına karşılık cennette bu tarz diledikleri her şey onlara verilecektir.
Bu, işin maddî tarafı; işin bir de manevî tarafı var.
Manevî olan ödüle gelince; bu da iki kısımdır:
1- Onların “takva ehli” olmakla şereflendirilmeleri. Bu insanlar, dünyada iken sıdk ahlâkına sahip oldukları için Allah tarafından kendilerine manevî bir ödül olarak takvalı olabilme özelliği verilmiştir.
أُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ
“İşte onlar muttaki olanlardır.”
Demek ki sıdk konusunda hassas olanlara mutlaka takva ödülü verilecektir. Bu, gerçekten çok büyük bir ödüldür.
2- Onların “ihsan ehli” olmakla mükâfatlandırılmaları. Yine bu insanlar, dünyada iken sıdk ahlâkına sahip oldukları için Allah tarafından ihsan ehli olmakla şereflendirilmişlerdir. Yaptıkları iş Allah nezdinde çok büyük bir makama sahip olduğu için ona “ihsan” mührü vurulmuş ve bununla mühsinlerden olmuşlardır.
ذَلِكَ جَزَاءُ الْمُحْسِنِينَ
“İşte bu, ihsanda bulunanların mükâfatıdır.”
Bu da, çok büyük bir ödüldür.
Bu üç ödül, ahlâkın bizzat kendisine değil, kendisinden kaynaklanan yan bir vasıf olan “sıdk”a verilmiştir. Füru olan bir vasfına bu kadar büyük mükâfat veriliyorsa acaba ahlâkın bizzat kendisine ne kadar mükâfat verilir, bunu varın, siz düşünün…
Rabbimiz başka bir âyetinde şöyle buyurur:
إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Şüphesiz: ‘Bizim Rabbimiz Allah'tır’ deyip sonra da dosdoğru/müstakim olanlar var ya, artık onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar, cennet ashabıdır. Yaptıkları işlere mükâfat olmak üzere onun içinde ebedi kalacaklardır.
(46/Ahkaf Suresi Ayet 13, 14)
Bu ayetinde de Rabbimiz subhânehu ve teâlâ, ahlâkın yan konularından birisi olan “istikamet” vasfına sahip olan kullarına çok büyük ödüller vaat etmiştir. Ödüllerin ne olduğuna geçmeden önce istikametin ne olduğuna kısaca değinelim. İstikamet; bir insanın hem kalben hem kavlen hem de amelleri açısından Allah’ın istediği doğrultuda bir hayat sürmesi, bu üç şeyde Rabbini razı etmesi demektir.
Yani istikametin mahalli üç yerdir:
Kalp
Dil
Ve azalar.
Bir insan kalbinde şirk, küfür, nifak, haset, ucub, kibir ve riya gibi Allah’ın razı olmadığı her türlü hastalıktan uzak durmadığı ve yine kalbinde tevhid, ihlâs, tevekkül, reca, hüsn-i zan gibi Allah’ın hoşnut olduğu güzellikleri bulundurmadığı sürece gerçek istikamet sahibi olamaz.
Yine kişi dilini küfrî sözlerden; yalandan, gıybetten, nemimeden, iftiradan, sövmekten, hakaret etmekten ve boş konuşmaktan muhafaza etmediği ve zikir, Kur'ân tilaveti, nasihatte bulunma, hayrı konuşma, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker yapma gibi Allah’ın sevdiği güzel sözleri ağzına almadığı sürece gerçek istikamet sahibi olamaz.
Yine bunun gibi kişi azalarını şirkî amellerden; elini hırsızlık ve kumardan, avret yerini zinadan, gözünü harama bakmaktan sakındırmadığı ve elini vermeye, ayağını hayırlı işlere koşturmaya, gözünü okumaya, kulağını hayrı dinlemeye alıştırmadığı müddetçe gerçek istikamet sahibi olamaz.
İstikamet sahibi olabilmek için işte bu üç şeyin hepsi ile birlikte Allah’ın istediği bir kıvamda olmak gerekir. Bunlar istikametin tezahür ettiği yerleridir.
Bu vasfa sahip olanlara verilecek ödüle gelince; bu ödül âyetin belirttiğine göre dört şeyden ibarettir:
1- Korkulması muhtemel olan her şeyin korkusundan emin kılınma,
“Artık onlar için hiçbir korku yoktur.”
2- Üzüntü duyulması muhtemel olan her şeyden muhafaza edilme,
“Onlar mahzun da olmayacaklardır.”
3- Cennete girdirilme,
“İşte onlar, cennet ashabıdır.”
4- Cennette ebedî ağırlanma.
“Onun içinde ebedi kalacaklardır.”
Bunlar gerçekten çok büyük ödüller, müthiş mükâfatlardır.
Bir insan şu dünyada nelerden korkmaz, nelerden mahzun olmaz ki?
Şirke, küfre ve nifaka düşerek imanını kaybetmekten,
Allah’ın haram kıldığı amelleri işlemekten,
Allah’ın sevgisinden mahrum olmaktan,
Dinini güzelce yaşayamamaktan,
İbadetleri hakkıyla yerine getirememekten,
Kulluğundan lezzet alamamaktan,
Eş ve çocuklarının şekâvetinden,
Cefa veren arkadaşlara sahip olmaktan,
Kazancı “ağız tadıyla” yiyememekten,
Borca düşmekten ve borcun belini bükmesinden,
Ahlâk bozukluğundan,
İman üzere ölememekten,
Kabir azabından,
Sıratı geçememekten,
Cehennemde azaba duçar olmaktan,
Cennete girememekten,
Girse bile makamının düşük olmasından,
Rasûlullah’a komşuluktan mahrumiyetten…
Vesaire, vesaire…
Tüm bunlar kulu korkutan ve hüzne boğan şeylerdendir. Ama biz Allah’tan başka rab kabul etmez ve bu yolda istikametten ayrılmazsak, asla sözünden caymayan Rabbimiz bu konularda kesinlikle bizi üzmeyeceğini ve mutlaka emin kılacağını vaat ediyor.
“Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır?
(9/Tevbe Suresi Ayet 111)
Sonra Rabbimiz bunun ardından Kıyamet gününde iki şeyi daha ödül olarak vereceğini bildiriyor:
“İşte onlar, cennet ashabıdır; yaptıkları işlere mükâfat olmak üzere onun içinde ebedi kalacaklardır.”
Cennet giriş ve orada ebedî kalma…
Cennet, bir kula verilecek en büyük mükâfattır; bunda şüphe yok. Lakin kul cennete girdikten sonra belirli bir süre geçince Allah tarafından kendisine “Ey kulum! Yaptığın amellerin mükâfatı bu kadardı; şimdi haydi cennetimden çık” denilse, bu onun için manen büyük bir yıkım olmaz mı? Evet, kesinlikle bu onun için büyük bir yıkım, müthiş manevî bir çöküş olur. Zira bir nimete sahip olmak ne kadar önemli ise, o nimetten sürekli istifade etmek de o kadar önemlidir. Hatta bu, nimete sahip olmaktan daha önemlidir. Bundan dolayı cennete giriş bir ödül olduğu kadar orada ebedî kalış da bambaşka bir ödül olarak bize sunulmuştur. Bu da düşünüldüğünde gerçekten çok büyük bir müjdedir.
Dikkat edilirse âyette bahsedilen bu ödüller, ahlâkın bizzat kendisine değil, kendisinden kaynaklanan yan bir vasıf olan “istikamete” verilmiştir. Füru olan bir vasfına bu kadar büyük mükâfat veriliyorsa acaba ahlâkın bizzat kendisine ne kadar mükâfat verilir, bunu düşünmek gerek…
Başka bir âyetinde ise Rabbimiz şöyle buyurur:
هَلْ جَزَاءُ الْإِحْسَانِ إِلَّا الْإِحْسَانُ
“İhsanın karşılığı ihsandan başka bir şey midir?
(55/Rahman Suresi Ayet 60)
Bu ayetinde ise Rabbimiz subhânehu ve teâlâ, yine ahlâkın yan konularından birisi olan “ihsan”a, yine “ihsan” ile karşılık vereceğini bildirmiştir.[2] Yani bir kul bir iyilik yaptığında Allah iyilikleri en iyi şekilde ödüllendiren olduğu için o iyiliğe en iyisi ile karşılık verecektir.
Arap dilinde ihsan; iyilik yapmak, güzel davranışlarla karşı tarafa muamelede bulunmak, cömertlik etmek, hayır-hasenatta bulunmak gibi anlamlara gelir. Ama daha geniş anlamıyla söyleyecek olursak; “yapılan bir işi veya ameli elden gelenin en iyisi ile yapmaya çalışmak”tır.
Evet, ihsan budur. Yani elden gelenin en iyisini yapmak…
İbadetlerin, amellerin, yardımların, hayır ve hasenatın, sahip çıkmanın, yardımcı olmanın, yol göstermenin, ele alınan işlerin, sorumlulukların en iyisini yapmak…
Daha kapsamlı bir ifadeyle “kulluk” alanına girecek her şeyi[3] en iyi şekilde yapmaya çalışmaktır.
Buna göre bir kul, ahlâkın yan kollarından birisi olan bu vasıfla muttasıf olur ve tüm amellerini elinden gelenin en iyisi ile yapmaya çalışırsa, Allah bu kula mükâfat olmak üzere ödülün en iyisini verecektir. Çünkü iyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey midir?
Ayetin ele aldığı bu karşılık, ahlâkın bizzat kendisine değil, kendisinden kaynaklanan yan bir vasıf olan “ihsana” verilmiştir. Füru olan bir vasfına bu kadar güzel bir karşılık veriliyorsa acaba ahlâkın bizzat kendisine ne kadar büyük karşılık verilecektir, düşünmek gerek…
Bu noktada daha onlarca âyet zikretmemiz mümkündür.
Bir insan bu bakış açısını, yani ahlâkın fürusuna vaat edilen mükâfatlardan hareketle aslına nasıl bir mükâfat verileceğini kıyaslayabilme bakış açısını elde ettiği zaman, Kur'ân ve Sünnet okumalarında güzel ahlâkın faziletine dair birçok nass bulabilir. Çünkü ebeveyne iyilikten tutun da yetimlerin başını okşamaya, insanlara tebessüm etmeye ve hayvanlara iyilik yapmaya kadar ne kadar güzel ahlakın altına giren tâli konu varsa, bunların her birinin kendi içindeki fazileti dolaylı olarak güzel ahlâkın fazileti olacaktır. Bu nedenle bu konuda önemli olan bu bakış açısını yakalayabilmektir.
GÜZEL AHLÂKIN FAYDALARI
Güzel ahlâkın faziletini genel olarak izah ettikten sonra bu vasfın fert ve toplum için ne gibi faydaları olduğunu zikretmek gerekir. Çünkü güzel ahlâkın fert ve toplum için sayılamayacak kadar önemli faydaları vardır. Şimdi bunlardan bazılarını zikredelim:
a) Güzel Ahlâkın Ferde Olan Faydaları
1- Kulu Allah’a yaklaştırır ve bu konuda diğer amellerden daha ayrıcalıklı bir yeri vardır.
2-Hem Allah tarafından hem de –kâfir bile olsalar– insanlar tarafından kişinin sevilmesini sağlar.
3-İnsanları kişiye, kişiyi de insanlara kolayca yakınlaştırır.
4-İnsanı yüceltir ve herkesin gözünde değerli kılar.
5-Kişinin üstün bir karaktere, yüce bir şahsiyete sahip olduğunu gösterir.
6-Kişiyi dünyada da âhirette de en üstün derece ve makama ulaştırır.
7- Rasûlullah’ın kişiyi sevmesinde en etkin rolü oynayan ameldir.
8-Düşmanı dost yapar, kin güden birisinin kinini sevgiye dönüştürür.
9-Allah’ın bağış ve mağfiretine vesile olur.
10- Sayesinde Allah kötülükleri iyiliklere çevirir.
11- Kişiye birçok ibadetten daha fazla sevap kazandırır.
12- Kıyamet günü mizanı ağırlaştırır.
13-Sahibini ateşten korur.
b) Güzel Ahlâkın Topluma Olan Faydaları
1-İnsanların arasını ıslah eder.
2-Toplumda güveni, huzuru ve emniyeti sağlar.
3-Yardımlaşmayı kolaylaştırdığı gibi toplumu kolaylıkla dayanışmaya sevk eder.
4-Fakirle zengini bir araya getirir.
5-Âmirle me’muru, liderle cemaati ve aynı davaya gönül veren fertleri bir arada tutar.
6-Kardeşliği baltalayan dargınlıkları bitirir, tartışmaları sonlandırır, kavgaları noktalar.
7- İnsanları affetmeyi kolaylaştırır.
8-Kabulü mümkün olan hataları mazur görmeyi, bağışlamayı sağlar.
9-Her konuda, hatta en zor şartlarda bile meseleler karşısında olumlu olabilmeyi sağlar, olaylara iyimser bakabilme olasılığı verir.
10-Davet ve nasihatte insanları nefret ettirmekten, şeriatı yanlış tanıtmaktan korur.
11-Gönül genişliliği ile hayır yapmaya sevk eder.
12-Meşru çerçevede hoşgörülü olmayı sağlar, karşı tarafı dinlemeyi ve anlamayı kolaylaştırır.
13-Topluma, cemaate ve aileye hizmeti kolaylaştırır. Bunlara karşı en faydalı olanı yapmaya kişiyi sevk eder.
KÖTÜ AHLÂKIN CEZASI
Güzel ahlâkın birçok fazileti olduğu gibi kötü ahlâkın da birçok cezası vardır. Bir şeyin cezasını bilmek, kişiyi ona bulaşmaktan koruduğu gibi, şayet varsa kendisinde olan vasıflarından da kurtulmasını sağlar. Bu bakımdan onu bilmek çok önemlidir.
Şimdi burada Allah’ın izni ile kötü ahlâka ne gibi cezalar terettüp ettiğini zikretmeye çalışacağız.
Âlimlerimizin beyanına göre kötü ahlâkın dört türlü cezası vardır. Bunlardan ilki İlahî cezadır. İkincisi hukukî cezadır. Üçüncüsü vicdanî cezadır. Dördüncüsü de toplumsal cezadır.
Yani bir insan, kötü ahlâka taalluk eden bir amel işlediğinde bazen bizzat Allah tarafından maddî veya manevî bir takım musibetlerle cezalandırılırken bazen de Allah’ın kanunen koyduğu ukubetlerle cezalandırılır. Kimi zaman Allah tarafından herhangi bir musibet veya kanunî bir ceza olmaz; ama bu sefer kişi vicdanen rahat edemediği için ıstırap çeker. Bu da ayrı bir cezadır. Kimi zaman da ahlaksızlığa toplum ceza verir.
Tüm bunlar ahlâka muhalif olan tutum ve davranışların farklı cezalarıdır. Şimdi burada kısaca da olsa, ahlâksızlığın kötülüğüne daha etkin bir şekilde dikkat çekebilmek ve çok daha yoğun bir şekilde nefislerimizi bundan sakındırmak için bu cezaları maddeler halinde ele alalım:
a) Kötü Ahlâkın İlahî Cezası
Kötü ahlâk kapsamına giren bazı günahlar vardır ki, kişi onlardan herhangi birisini işlediğinde bizzat Allah tarafından maddî veya manevî bir takım musibetlerle cezalandırılır. Bu ceza, bazen dünyada olabileceği gibi bazen de âhirete bırakılır. Ama her halükarda bu suç Allah tarafından cezalandırılmayı gerektirir. Mesela buna şu ayetleri örnek verebiliriz: Rabbimiz buyurur ki:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ …وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ عُدْوَانًا وَظُلْمًا فَسَوْفَ نُصْلِيهِ نَارًا
“Ey iman edenler! Mallarınızı, haksız 'nedenler ve yollarla' yemeyin. Ve birbirinizi öldürmeyin (…) Kim haddi aşarak ve zulmederek böyle yaparsa, biz onu ateşe sokarız
(4/Nisa Suresi Ayet 29, 30)
Burada insanların mallarını meşru olmayan yollarla kendi hesabına geçiren veya herhangi bir vesileyle onları yiyenlerin, Kıyamet günü mutlaka[4] ateşe girecekleri ifade edilmektedir. İşte bu, bu ahlâksızlığa verilen İlahî bir cezadır.
Yine Rabbimiz şöyle buyurur:
وَالَّذِينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آَخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَزْنُونَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَامًا يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَيَخْلُدْ فِيهِ مُهَانًا
“O müminler, Allah ile birlikte başka bir ilaha dua etmezler. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa ağır bir cezayla karşılaşır. Kıyamet gününde azap ona kat kat artırılır ve orada alçaltılarak temelli kalır.
(25/Furkan Suresi Ayet 68, 69)
Burada da adam öldürme ve zina gibi ahlâka muğayir bazı filleri işleyenlerin, Kıyamet gününde ağır bir cezaya çarptırılacakları haber verilmektedir. İşte bu da ahlâksızlığın Allah tarafından cezalandırılacağının bir delilidir.
Bazen İlahî cezalandırma âhiretten önce daha dünyada iken geliverir. Lut aleyhisselam ile Şuayb aleyhisselam’ın kavimlerinin helaki bunun en güzel örneklerindendir. Onlardan kimisi ölçü ve tartıda hile yaparak ahlâksızlığa düşmüşken, kimisi de nefsî ihtiyaçlarını hemcinslerinde giderme ahlâksızlığına bulaşmıştı. Neticede her iki kavim de küfürlerinin yanı sıra bu ahlâksızlıkları nedeniyle âhiretten önce daha dünyada iken İlahî cezaya çarptırılarak helak edildiler.
Bu alanların dışında da İlahî cezanın tecelli ettiği yerler vardır.
b) Kötü Ahlâkın Hukukî Cezası
Kötü ahlâk kapsamına giren bazı günahların cezası kanunîdir. İslam şeriatı tarafından o suça belirli bir müeyyide uygulanmış ve bu sûretle kendisinden sakındırılmaya çalışılmıştır.
Kanunî cezalar İslam’da ikiye ayrılmıştır:
1- Had Cezaları. Bunlar bizatihi âyet ve hadislerle tespit edilmiş, sınırları Kur'ân ve Sünnetle açık seçik belirtilmiş cezalardır.
2- Ta‘zir Cezaları. Bunlar da hakkında herhangi bir cezayı gerektiren nass olmayan; lakin toplumun düzenini sağlamak için işleyenlerine karşı İslam yargıçlarının inisiyatifine bırakılmış cezalardır.
Hadlere örnek olarak hırsızlığın ve zinanın cezasını zikredebiliriz.
Hırsızlığın Cezası. Rabbimiz şöyle buyurur:
وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Hırsız erkek ve hırsız kadının, kazandıkları (kötülüğün) karşılığı ve Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (5/Maide Suresi Ayet 38)
Zinanın Cezası. Rabbimiz şöyle buyurur:
الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِئَةَ جَلْدَةٍ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآَخِرِ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek (celde) vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah'ın kanununu (uygulama) konusunda sizi bir acıma tutmasın. Onlara uygulanan cezaya mü'minlerden bir grup da şahit bulunsun.
(24/Nur Suresi Ayet 2)
Tabii ki âyette zikredilen celde cezası bekâr olanlar için geçerlidir. Evliler için İslam şeriatında belirlenen ceza “recm”dir.
Bunların haricinde de Kur'ân ve Sünnette birçok had cezası vardır.
Ta‘zir cezalarına da; hapse atmayı, taş kırdırmayı ve sürgün etmeyi örnek verebiliriz. Had cezası belirlenmemiş kimi suçları işleyen kişileri, ıslah etmek amacıyla, bazı şartlar çerçevesinde İslam yargıçları cezalandırabilir. Bu cezalandırmaya “ta‘zir cezası” denir.
İşte, bazı ahlâksızlıkları işleyenlere, ahlâksızlıklarının nevine göre hukukî cezalar uygulanır. Bu da ahlâksızlığa verilen kanunî veya hukukî cezadır.
c) Kötü Ahlâkın Vicdanî Cezası
Kötü ahlâk kapsamına giren bazı günahlar da vardır ki, kişi onlardan birisini işlediğinde ya ispat edilememesinden kaynaklı olarak ya da başka başka nedenlerle herhangi hukuksal bir cezaya maruz kalmaz. Ama bu durumda eğer imanı kalbinde yer etmiş, Rabbi ile bağını koparmamış ve kalbi manen ölmemiş birisi ise vicdanen rahat edemez. Cezası âhirete kalacağı için uykuları kaçar, içi içini yer. Bu durumda bir an önce bu suçun gönlü tırmalayan sorumluluğundan kurtulmayı arzular. Ya gelip İslam mahkemesine suçunu itiraf ederek hakkında belirlenmiş cezasını çekmek ister ya da cezadan kendisini kurtaracak müeyyide neyse ona başvurur.
İşin aslı bu da günah için büyük bir cezadır. Hatta psikolojik ve manevî cezalar, bazen maddî cezalardan daha etkili olurlar.
Asr-ı Saadet devrinde, işlemiş olduğu bazı ahlâk dışı suçlar nedeniyle vicdanen rahat edemeyen, ama imanının güçlü olması nedeniyle mutlaka bu cezanın yükünden kurtulmayı arzulayan birçok insan vardı. Bu insanlar, hukukî anlamda cezadan kurtulmuş olsalar da vicdanen kendilerini suçlu hissetmişler ve bu suçlarla Rablerinin huzuruna gitmeye hayâ ettikleri için arınmayı tercih etmişlerdir. Biz burada bunlardan sadece iki tanesini zikredeceğiz.
1- Mâiz radıyallahu anh’ın Olayı
Sahabeden Mâiz b. Mâlik isminde bir zat vardı. Bu zat nefsine uyarak zina etti ve bu günahına kimse şahit olmadığı için herhangi bir ceza ile karşı karşıya kalmadı. Ama o, imanın verdiği güç ile bu yaptığının sorumluluğu üzerinde olarak Allah katına gitmek istemiyordu. Bu nedenle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek:
Ey Allah’ın Rasûlü! Beni temizlesene, dedi.
Bunu duyan Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ortada bir sıkıntının olduğunu anlayarak açığa çıkmamış olayı deşifre etmemek için
Yazık sana! Çık git de Allah’a tövbe ve istiğfar et, buyurdu.
Mâiz radıyallahu anh ise mutlaka arınması ve vicdanen bu suçun ağırlığından kurtulması gerektiğine inanıyordu. Pek uzaklaşmadan geri döndü ve tekrar:
Ey Allah’ın Rasûlü! Beni temizlesene, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aynı sözlerle üç defa daha onu geri gönderdi. Ama dördüncü ikrarında:
Seni hangi konuda temizleyeyim, diye sordu.
Mâiz:
Zinadan, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem etrafındakilere:
Bunda herhangi bir akıl hastalığı var mı, diye sordu.
Böyle bir rahatsızlığı olmadığını söylediler.
Şarap içmiş olabilir mi, diye sordu.
Birisi kalkıp içki kontrolü yaptı. Onda şarap kokusu tespit edemedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem olayı teyit etmek için tekrar:
Sen zina ettin mi, diye sordu.
Mâiz radıyallahu anh tekrar:
Evet, cevabını verdi.
Artık ikrarın gerçekleşmesinden sonra işin kesinliğinden emin olunca emir buyurdular ve Mâiz radıyallahu anh recmedildi.
Recimden sonra onun hakkında sahabîler iki kısma ayrıldılar. Bir gurup Mâiz’in helâk olduğunu, başka bir grup ise onun en faziletli tövbeyi yaptığını söylediler. Bu farklı yaklaşım üç gün sürdü. Daha sonra yanlarına gelen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
Mâiz b. Mâlik için dua edin, buyurdu.
Allah Mâiz’e mağfiret eylesin, dediler.
Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Mâiz öyle bir tövbe etti ki, bu tövbe bir ümmet arasında paylaştırılırsa onlara yeterdi.”[5]
2-Ğamidiye’li Kadının Olayı
Mâiz radıyallahu anh’ın recmedilmesinden kısa bir süre sonra Ezd Kabilesi’nin “Gâmid” kolundan bir kadın geldi ve tıpkı Mâiz gibi:
Ey Allah’ın elçisi! Beni temizle, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kadına:
Yazıklar olsun sana! Çık, git, Allah’a tövbe ve istiğfar et, buyurdu.
Kadın:
Beni, Mâiz’i çevirdiğin gibi geri çevirmek (mi) istiyorsun? Oysa ben hamileyim, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kadına:
Sana ne oldu, diye sordu.
Kadın kendisinin zina ettiğini ve bunun neticesinde gebe kaldığını söyledi.
Bunun üzerine:
Sen mi, buyurdu.
Kadın:
Evet, dedi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
Şu halde doğuruncaya kadar git, buyurdu.
Kadın gitti. Onun geçimini bu süre zarfında Ensar’dan bir kişi üstlendi. Daha sonra bu kişi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek:
Gâmid’li kadın doğurdu, dedi.
Çocuğun bakımını Ensar’dan birisi üzerine aldı ve kadın recmedildi.[6]
Bu iki hadiste de günah işleyen insanların manen rahat edemedikleri ve kendilerini vicdanen cezalandırdıkları görülmektedir. Bu da ahlâksızlığın manevî bir cezasıdır.
d) Kötü Ahlâkın Toplumsal Cezası
Bazı suçlar vardır ki, onların cezası sadece vicdani veya hukukî alanla sınırlı kalmaz. Bazen başka açılardan da cezalandırılır. Mesela eli kesilen birisinin herkes “hırsız” olduğunu bilir ve bu nedenle sonraki süreçte hiç kimse değerli eşyalarını ve emanetlerini ona teslim etmek istemez. Yine zina cezası olarak celde yiyen birisine kimse kız vermeyi arzulamadığı gibi, namuslarını da teslim etmez.
Bunlar, ahlâka muhalif olan bazı suçların toplum tarafından cezalandırılmasının örnekleridir. Bunun gibi daha nice toplumsal tavırlar, cezalandırmalar ve yaptırımlar söz konusudur. Bundan dolayı bir insan kötü ahlâkın tezahürü olan bir suç işleyeceğinde durup “acaba bu suç beni hangi cezaya duçar eyleyecek; İlahî cezaya mı, kanunî cezaya mı, vicdanî cezaya mı yoksa toplumsal cezaya mı?” diye uzun uzun düşünmesi gerekir. Bu ön muhasebe, Allah’ın izni ile insanı suç işlemekten ciddi manada muhafaza eder. İşte bir insanın bunları bilmesi bu bakımdan çok önemli ve gereklidir. Ahlâksız fiilleri işleyenler, genel itibariyle bu cezaların muhasebesini yapmadıkları için suça bulaşırlar. O nedenle, suça bulaşmamak için cezasını düşünmek caydırıcılık açısından son derece mühimdir.
Rabbim hepimizin ahlâkını güzelleştirsin ve bunun neticesinde büyük ödüllere hak kazanmaya bizleri muvaffak kıldığı gibi, kötü ahlâktan koruyarak korkunç neticelerinden de muhafaza buyursun. (Allahumme âmin)
Ve’l-hamdu lillahi Rabbi’l-âlemîn
[1]“Sıdk” vasfı, yani bir kulun sadakat ehli olması, ahlâkın en önemli konularından birisidir. Görüldüğü üzere burada mükâfat direkt ahlâka değil, onun fer‘î bir konusu olan “sadakate” verilmektedir. Yani bir detayı üzerinden dolaylı olarak ahlâk ödüllendirilmektedir.
[2] Bu ayetin farklı bir boyutu daha vardır. Buna göre âyet, sadece Allah’ın iyiliğe iyilikle karşılık vereceğini değil, bizim de iyiliklere misli ile karşılık vermemiz gerektiğini ifade etmektedir. Yani âyet, hem Rabbimize hem de biz kullarına dönük iki boyutu ele almaktadır.
[3] Bilindiği üzere Allah’ın sevip razı olduğu her amel insanın kulluğu kapsamındadır. Tuvalete girmesinden yemek yemesine, uykusundan eşi ile beraber olmasına, namazından diğer ibadetlerine varıncaya kadar yaptığı her şey onun kulluğudur ve ihsan makamına erişebilmek için bunları en güzel şekilde yapmakla mükelleftir.
[4] Bundan bağışlanma ve affedilme halini istisna etmek gerekir. Kişi dünyada böyle bir suç işlemesine rağmen bağışlanma ve af sebeplerinden birisine muhatap olması durumunda bu cezadan kurtulabilir. Ama ortada affı gerektirecek herhangi bir sebep olmazsa, bu ceza kaçınılmazdır.
[5] Buhâri, Müslim, Ebu Dâvûd ve Dârakutnî rivayet etmiştir. Hadis farklı rivayetleri bir araya getirerek verilmiştir.
[6] Müslim, İmam Ahmed, Beyhakî ve Darimî rivayet etmiştir. Hadis farklı rivayetleri bir araya getirerek ve özet olarak verilmiştir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.